Token 2049 Singapur’da social tradingle ilgili son gelişmeler Bitget’ten!

Token 2049 Singapur'da social tradingle ilgili son gelişmeler Bitget’ten!

Lider kripto para borsası Bitget, Singapur’daki Asya Kripto Haftası’nın amiral gemisi etkinliği olan Token 2049 Singapur’a katıldı. Dünyanın en büyük kripto konferanslarından biri olan Token 2049, Asya ve dünyadaki en iyi konuşmacıları kripto dünyası hakkındaki yenilikçi ve keskin görüşlerini paylaşmaya davet etti. Konferansta Bitget Yöneticisi Gracy Chen, Social Trading ve “Kriptodaki Kadınlar” hakkındaki gözlemlerinden ve görüşlerinden bahsetti.

BITGET’E ÜYE OLMAK İÇİN TIKLAYIN!

Gracy, “Social Trading Yatırımda Devrim Yaratıyor” başlıklı bir açılış konuşmasında kripto işlemlerine yeni başlayanları ve deneyimli traderları açık ve sağlam bir platformla destekleyen Bitget’in öngörülerini ve kripto paralar için social trading’deki en son trendleri paylaştı.

Gracy Chen, social trading’in büyümesini ve mevcut trendini vurguladı, “Küresel social trading platformu yılda %7,8 büyüyor. Social trading, işlem yapmanın işbirlikçi olabileceği fikrini benimseyen tüm traderlar için bir kazan-kazan durumu yaratıyor.”

Ayrıca Bitget’in kriptoda social trading uygulamaları üzerinde çalıştığı yenilikleri de tanıttı. “Amiral gemisi ürünümüz Tek Tıkla Copy Trade, sosyal işlemlerde bir öncü ve yaklaşık 1,1 milyon takipçisi olan 55.000’den fazla profesyonel traderı bir araya getirerek dünya çapında kripto traderlarının deneyimine ciddi bir yenilik getiren bir ürün. Bitget, kaliteli içerik, copy trade ve diğer stratejiler sağlamakta ve kullanıcıların social trading’de en iyi sonuçları elde etmesine yardımcı olan sosyal unsurlara sahip ürünler sunuyor.”

Bir kadın yatırımcı ve kripto endüstrisinde lider olan Gracy, “Kriptodaki Kadınlar” konulu panel tartışması sırasında deneyimlerini ve gözlemlerini paylaştı. Kripto dünyasının ve kadınların gücünün karşılıklı olarak faydalı olacağını vurguladı, çünkü kripto ve blok zinciri teknolojisi, kadınların finansal bağımsızlık kazanmasına yardımcı olacak yeni araçlar olarak hizmet ederken, kadın katılımının da kripto dünyasının daha iyi bir versiyonuna yol açtığını vurguladı.

Konuşmanın yanı sıra, Bitget’in konferanstaki standı ve sonrasındaki parti, alanda geniş çapta takip edilen bazı influencer’lar da dahil olmak üzere katılımcılardan güzel tepkiler aldı ve önemli isimleri eğlenceli bir ortamda bir araya getirdi. Stant, katılımcıların sosyal işlemler ve platform eğitimleri hakkında bilgi edinirken eğlenceli aktivitelerin ve ödüllerin tadını çıkarması için 360 panoramik selfie ve bir çekiliş çarkı sundu.

Token 2049, Singapur’daki Asya Kripto Haftası’nın amiral gemisi etkinliği ve Formula 1 Singapur Grand Prix’sinin yanı sıra, etkinliğe Eylül ayı sonlarında dünyanın dört bir yanından 6000’den fazla katılımcı katıldı.

Gracy “Bitget, kripto alanında önemli ve lider bir oyuncu olarak bu yıl Token 2049’a katılmaktan mutluluk duyuyor. Günümüzde giderek daha fazla çevrimiçi zaman harcadığımız için farklı bölgelerden ve sektörlerden insanlarla yüz yüze tanışma fırsatına değer veriyoruz. Etkinliğe katılmak sadece partnerler, kullanıcılar ve ekiple ilişkilerimizi geliştirmemize izin vermekle kalmıyor, aynı zamanda piyasa trendlerini daha iyi anlamamıza ve gelecekteki gelişime ilişkin derinlemesine fikir edinmemize de ilham veriyor. Gelecek yılki konferansı sabırsızlıkla bekliyoruz ve organizatörlerin bunun gerçekleşmesi için harcadıkları zamanı ve çabayı takdir ediyoruz!”

BITGET’E ÜYE OLMAK İÇİN TIKLAYIN!

Bitget Hakkında

2018 yılında kurulan Bitget, sosyal ticarete odaklanan dünyanın önde gelen kripto para borsalarından biridir. Şu anda dünya çapında 50’den fazla ülkede iki milyondan fazla kullanıcıya hizmet veren Bitget, 600 kişilik bir işgücü ile merkezi olmayan finansmanı teşvik etme misyonunu hızlandırdı.

Bitget’in kripto türevleri piyasasında Haziran 2019’da resmi olarak piyasaya sürülmesinden bu yana, platform artık dünyanın en büyük kripto copy trade ve türev borsalarından biri haline geldi. Türev işlemler hacminde CoinMarketCap ve CoinGecko tarafından küresel olarak ilk beşte yer alıyor. Lider borsa, insanların sosyal ticaretle bağlantı kurma ve işlem yapma şeklini dönüştürmeye odaklanıyor. Amiral gemisi Tek Tıkla Copy Trade, sosyal ticarette bir öncüdür. Dünya çapında kripto türevleri traderları için deneyimlerine yenilik getirerek, yaklaşık 1.1 milyon takipçisi olan 55.000’den fazla profesyonel trader bir araya getirmiştir.

‘Better Trading, Better Life’, felsefesine sıkı sıkıya bağlı kalan Bitget, Web2 ve Web3’ü aşan, CeFi ve DeFi’yi birbirine bağlayan ve geniş bir köprü ile sonuçlanan portal olmayı hedefleyerek, global olarak kullanıcılara kapsamlı ve geniş kripto ağına güvenli işlem çözümleri sağlamayı taahhüt eder. Bitget, Eylül 2021’de dünyaca ünlü futbol takımı Juventus’un ilk forma partneri ve kısa süre sonra PGL Major’ün resmi espor kripto partneri olarak sponsorluğunu duyurdu. Önde gelen espor organizasyonu Team Spirit ve Türkiye’nin önde gelen ve köklü futbol kulübü Galatasaray ile ortaklıklar da 2022’nin başlarında duyuruldu.

Bir boomads advertorial içeriğidir.

Zamansız Şehirlerin Başkenti: Kars (Yazayım da artık yaz gelsin!…)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Aslında başka bir yazı yazıyordum. Havaalanından başlayan, otelle devam eden, yürüdüğüm güzergahları tarif eden, nereden nereye yürüdüğümü, gördüğüm yapıların, anıtların tarihini, güzelliğini anlatan, hangi etkinliğe katıldığımı belirten ve Doğu Ekspresinde geçen dönüş seferini anlatarak bitireceğim bir yazı olacaktı. Ancak soğuk bir kış gününde başladığım cümleleri, takvim baharı gösterir, hava henüz bunu kabul etmezken bir nihayete erdiremedim.  Sonra, son kez ve kesin olarak anladım ki ben rehber niteliği olsun diye yazmayı sevmiyorum içimden geldiği gibi yazmayı seviyorum. Sonucunda belki gezi rehberi çıkar belki anı yazısı olur belki sadece içimi dökmüş olurum. Ne fark eder?

Yıllar önce Eylül ayının güzel bir gününde tanışıp, şehir merkezinden çevresine anında sevdiğim Kars şehri ile arama altı tam yıl girdi. Bu altı yılın her birinde, bu kış seyahatini gerçekleştirebilmek için yapmış olduğum girişimler, bir insan evladının başına gelebilecek tüm aksilikler, dizi dizi engeller ile geri tepti. Genlerim yüksek oranda “inat” içerdiğinden yılmadım bu yıl şeytanın bacağını kırdım!

–  35 dereceleri gören soğukta el ve ayaklarımın karıncalanmasını, bu zamansız kentin hikayesini gözler önüne seren geniş caddelerinde, kent tarihinin izleri olan Ermeni, Osmanlı, Rus mimarilerini hafızama kazıyarak, benim yaşadığım şehirde doğal afet miktarı sayabileceğimiz kar ve soğuğu, günlük hayat rutini içerisinde çoktan kanıksamış şehir sakinlerini seyrederek unutuyorum.  Herhangi bir kimliğe dahil edemediğim günümüz yapıları ve şehircilik anlayışının tüm baskısına direnen gücü hissediyorum bu şehirde.

OLYMPUS DIGITAL CAMERAKARS KALESİ VE HAVARİLER KİLİSESİ(KÜMBET CAMİİ )

***

OLYMPUS DIGITAL CAMERAOLYMPUS DIGITAL CAMERA

FETHİYE CAMİİ (ESKİ KİLİSE)

Sadece şehir mi?

Yanakları soğuk pembesi çocukların utanarak önümden koşturduğu, kim bilir kaç tane içtiği sarma sigaranın kokusu üstüne sinmiş amcanın “Nereden geldin?” diye sorduğu, öğle yemeği niyetine koca ekmekle çiğnemeden yuttuğum kaşar peyniri, kaymak yanı çayın lezzetine vardığım köy.

Ancak yardımcı aletlerle, zorlukla delerek ulaştıkları suya sarkıttıkları ağla sarı sazan yakalayan balıkçıların yanından kıyıya doğru buzun üstünü kaplamış kara bata çıka yürürken, gözlerimden apansız akan yaşlarla ruhumdaki bir şeyleri çıkartıp temizleyen Çıldır Gölü.

Milat öncesi 300’lü yıllarla ilişkilendirilen,  Hurriler, Urartular, İskitler, Karsaklar gibi pek çok medeniyetin yaşam sürdüğü, efsanevi İpek Yolu’nun Anadolu’ya geçiş kapılarından olmasıyla en parlak dönemlerini yaşayan, Ermeni Bagratlı Krallığı egemenliğindeyken başkent olup 100 bini aşan nüfusa ulaşan,  Alparslan tarafından Selçuklu Devleti ‘ne katılan sonra Osmanlı Devleti sınırlarında kalan Ani… Sanki başlangıcı yok ve burada olmak sonsuzlukta bir gün geçirmek gibi. Arpaçay’ın ayırdığı “başka” bir ülkenin gözetleme kulelerinin bile gölgeleyemediği dünya mirası…

***

Çok uzatmak istemiyorum. Kars’a gidin. Mevsimi hiç fark etmez ama kış biraz daha tavsiye edilesi bir mevsim. Kendi programınızı yapın ya da bir acentanın turuna katılın ama gidin. İnternetten,  basılı yayınlara pek çok kaynak var, yabancı dil problemi de yok! Orhan Pamuk’un Kar kitabını okuyun (ben gitmeden başladım döndükten epey bir sonra bitirdim seyahatime ya da Kars’a dair bir etkisi olmadı. Belki sizin için farklı olur). Reha Erdem’in Kosmos filmini seyredin. Bence bu film sadece Kars’ta çekilebilirdi. Bilemiyorum işte, isterseniz hiç bir şeye bakmadan araştırmadan gidin. En kötü ihtimalle Kars Kaşarı alır dönersiniz o bile başka bir hikaye olur!

Ömrünüzü Kars’tan mahrum bırakmayın..

Zat-ı şahane Stuttgart

Sabahın erken saati. Kafenin sokağa bakan penceresine dönük oturuyorum. Tatlı bir güneş ışığı var. Buraya “insanın içi ısınıyor” da yazmak istiyorum ama yazamıyorum! Çünkü ilkbahar bitmek üzereyken ve ben üstümü sıkı sıkı giymişken bile elimi ayağımı buz eden bir sabah soğuğu var. Havalimanına gitmeden önce bu kentteki son saatlerim…

1.JPG

Aylar önce mailimdeki “Kampanyalı biletimiz var sayın sazan!”  bağlantısına atlayıp, gitmek istediğim yerlerin biletlerinin bittiğini gördüğümde (mevzu seyahat olunca ciddi bir rekabet ortamı oluşabilir tabi!) ) diğer yerlere de bakmaya başladım zaten sınırlı olan güzergahlardan  “bu fiyata son koltuk” uyarısını gördüğüm Stuttgart biletini o hırsla aldım! İyi ki almışım. Hayatımda tekrar eden sıkıcı bir kaç durum, sağlık problemleri ve bu nedenle iptal etmek zorunda kaldığım başka bir seyahat derken berbat geçen aylardan sonra tanımadığım, hakkında pek de bir şey bilmediğim bu kentte kendimle kalabilmiş olmak, şu aşağıda gördüğünüz çimenlerde yayılmak, bir üşüyüp bir terlemek, otomobilleri sevmeye başlamak, bunlara benzer benim dışımda kimsenin umurunda olmayan bir sürü şeyi iki tam günü bile bulmayan bir süreye sığdırmak şahaneydi.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Stuttgart, Almanya’nın altıncı büyük kenti. Baden-Württemberg eyaletinin başkenti, yaklaşık 600 bin nüfuslu ve ekonomik anlamda önemli bir merkez. Mercedes-Benz, Bosch, Porsche, gibi dünyaca ünlü dev şirketlerin genel merkezleri burada. Endüstri ile bu kadar iç içe olan kent ve bölgesinde üzüm bağları var ve şarap üreticiliği de yapılıyor. Hakkında bir gezi rehberi olmayan kentte gezilecek yerleri internet üzerinden bulabilirsiniz, çoğu birbirine yakın. Uzak olsa bile gözünüz korkmaz düzenli, dakik ve rahat ulaşım ağıyla keyifle gezebilirsiniz.

Seyahatim boyunca Mercedes-Benz Müzesini gezmek ve kent merkezinden 20-30 dakika tren uzaklığında, aslen bir Ortaçağ Yerleşkesi olan Esslingen’ne gitmek (ki çok isabetli tercihlerdi) dışında başka bir müze, saray ya da benzeri yerleri gezmedim. Onun dışında bol bol yürüdüm,  Schlossplatz’da saraya Concordia Heykeli ve Melek çeşmesine karşı oturup, kahvemi yudumladım, Filozof, şair Friedrich Schiller‘in anıtının bulunduğu Schillerplatz’ın (Schiller Meydanı) köşelerini bir kaç  tur döndüm. Buradaki Gotik Stiftskirche kilisesini (10-11 yüzyıllarda yapılmış. Protestan kilisesiymiş) gezdim. Altes Schloss’un  (Eski Şato) sarı duvarlarını fon yapıp fotoğraf çektim.

Her kentin bir İstiklal Caddesi var! Stuttgart’ın da pek çok kafe ve mağazanın bulunduğu Koenigsalle alışveriş caddesi merkez tren garından başlayıp  Schlossplatz ve ilerisine kadar uzanıyor. Tren garından başladığımda otelimin olduğu bölgeye kadar bu yolu yürüdüm bol bol. Tabii caddeye çıkan pek çok sokağa da girip çıktım.

Benim için kendisi başlı başına bir sürpriz olan Stuttgart’ta çok sevimli başka bir sürpriz de turist merkezindeki ıvır zıvırı incelerken gördüğüm bir fotoğrafın peşine düştüğüm Esslingen am Neckar’a (Neckar üstündeki Esslingen demekmiş) gitmekti. Trenden indiğimde bir süre yanlış yerde olduğumu düşünüp, nehir kenarındaki parkın içinde ve çevresinde dönüp durduktan sonra, tam geri dönmeye niyetlendim, ancak midemden gelen sinyallere uyup Bahnhofstrasse’ye daldım. Cadde boyunca ilerleyip Schelztor Kulesi’ne vardıktan sonra, buradan bir süre devam edemedim çünkü kulenin girişindeki dondurmacı  beni anında esir etti! Yetişkin olmanın en güzel nimetlerinden biri olan yemekten önce dondurma yeme hakkımı kullandım! Sonuçta doğru yere geldiğimi de bu şekilde anladım!

Esslingen Kalesi kent bölgesini saran yamaçlardaki üzüm bağları, üçgen çatılı, ahşap destekli geleneksel ve tarihi mimari örneği ama yepyeni evler, kanal, kilise kuleleriyle çok sevimli olan, sabah saatlerinde geldiğim Esslingen’ni epey bir sevdim. Buradan Mercedes Benz Müzesi’ne gitmeyecek olsam (ki “gitmesem” diye düşündüm!) günün tamamını burada geçirebilirdim.

Bu yazıda belirtmediğim müzeleri, tarihi yapıları, televizyon kulesi, kafeleri…pek çok keyifli özellikleri olan Stuttgart, bana nazik ve cana yakın yüzünü tam da ihtiyacım olan zamanda gösterdi. Almanya ve Alman şehirlerine olan tüm ilgisizliğim Stuttgart’la sona erdi. Şimdi merakla ve hevesle şöyle bir ses duyuyorum: “Belki artık Berlin zamanı gelmiştir…”

Bir otomobilden fazlası!

Otomobil sevdalılarının gönüllerinde taht kurup, otomobillerle çok da ilgili olamayanları bile kendine hayran bırakabilecek, tasarım ödüllü binasının içinde dünyanın en önemli markalarından birinin 19. yüzyıl sonrası dünya tarihi ile harmanlanmış öyküsünü keyifle anlatan   Almanya’nın Stuttgart kentindeki Mercedes-Benz Müzesi.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Tasarımındaki keskin netliğe rağmen kıvrımlı, esnek ve ferah formu, ne fazla ne eksik bence tam kararında düzenlenmiş, temasıyla bütünleşen tasarımı ile her yaştan ziyaretçinin keyif alabileceği bu müzeyi ilk duyduğumda “Adıyla müsemmadır, otomobil müzesi işte, bakar çıkarım.” gibi bir düşüncedeydim ancak daha müzenin gezdiğim ilk katından itibaren mahcup oldum!

Kent merkezinden tarif edersem; Hauptbahnhof’tan (Merkez Tren Garı) S1 Bahn hattını kullanarak Kirchheim yönüne giden trene binip Neckarpark durağında inip, tabela yönlendirmeleri takip edildiğinde, 6-7 dakika yürüdükten sonra (tamam kontrol etmedim ama bu kadar çabuk varacağımı düşünmemiştim!) kocaman, metalik renkteki güzel bir bina ile müşerref olunuyor!

Ben içeri girmek için acele etmiyor,  önce dışarıdan biraz bakıp fotoğraf çekiyorum. Bina tasarım ödülü almış. İnternet sitesinden öğrendiğime göre, yüksekliği 47,5 metre, kullanım alanı ise 210.000 metre kare. Girişe doğru yöneldiğimde park etmiş bir Sarı Mercedes görüyorum! (Müzeden çıktığımda yerinde yeller esiyordu.) Binanın girişine doğru yöneliyorum. 4800 m2’lik taban oturumunun hakkını verdiği ilk bakışta bile belli olan geniş giriş bölümünün merkezi konumunda olan bilet gişesine yöneliyorum. Bilet 8 Euro.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Sonra sağ tarafta bulunan vestiyer bölümüne sırt çantamı bırakmam gerekiyor fotoğraf makinemi, küçük çantamı ve telefonumu alıp gerisini bırakıyorum (Müzeyi gezerken fotoğraf makinemin pili bitiyor, yedek pili çantada bıraktığım için telefonun şarjının bitmemesi için dua ederek fotoğraf çekiyorum Bunca yıl fotoğrafla ilgilenen biri olarak hala bu kadar dikkatsiz olmamı takdir ediyorum!). Tekrar bilet bölümüne doğru geliyorum. Müze bu kattan başlamıyor. Bilet turnikelerinden geçip asansörlerden biri ile ferah bir şekilde 8. kata ulaşıyorum. Durmadan önce bir an at nalı şıkırtısı duyduğumu sanıyorum. Daha emin olamadan kapı açılıyor, sergi salonuna doğru duran doldurulmuş beyaz bir at görüyorum, o tarafa doğru yürüyorum. Atın üzerinde durduğu kaidede bir yazı var; “I do believe in the horse. The automobile is no more than a transitory phenomenon” (Ben atlara inanıyorum. Otomobil, geçici bir hevesten başka bir şey değil…). Sözün sahibi İmparator 2. Wilhelm. Açıkçası İmparator ileri görüşlü biri değilmiş!

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Ana salonlar kronolojik sıralanmış. 8. katta ilk benzinli motor örnekleri, ilk otomobillerle başlayıp, binanın kıvrımlı görüntüsüyle uyumlu rampadan aşağı doğru devam ediyorum ve diğer salona ulaşıyorum. Tüm katlar bu şekilde gezilebiliyor. Her dönem  kendine özgü tasarım, ses, ışık efektleriyle yansıtılmış ve o dönemin otomobil koleksiyonu yerini almış. Kat geçişlerinde dönemler arasındaki önemli tarihi olaylar sergilenirken firmanın ve otomobillerin de bu süreçteki dönüm noktaları aralara serpiştirilmiş. Ayrıca katlarda bulunan başka salonlarda da otobüs, kamyon gibi diğer araçlar, aksesuarlar ve benzeri koleksiyonlar da sergileniyor. Devlet adamlarının kullandığı otomobillerden, yarış otomobillerine kadar pek çok aracın da sergilenmekte olduğunu görüyorum. Son katta bir simulatör de bulunuyor. Ben denemedim ama meraklısı epey vardı. Bu kadar güzel düzenlenmiş bir müzeyi ne zaman gezdim bitirdim farkına bile varmıyorum. Çıkmadan önce müzenin kafesinde bir yorgunluk kahvesi içiyorum.

Eğer Almanya’ya yolunuz düşerse bu müzeyi gezebilmek için Stuttgart’ı rotanıza eklemek iyi bir fikir. Aslında çok hoş ve keyifli bir kent olan Stuttgart’ı bir bütün olarak pas geçmeyin derim…

Hamiş: Arabası olmayıp, almak gibi bir derdi de olmayan ben, o gün bugündür “Mercedes alıcam ben!” şeklinde cümleler kurmakta. “O nasıl olacak?” sorusuna ise tamamen sessiz kalmaktayım!

 

 

 

 

Aşağıda yolcu kalmasınnn! Belgrad’tan Saraybosna’ya…

Paniğe yatkın bünyeli bir insan olarak, aylar önce uçak biletlerini aldığım Belgrad’a gidiş Saraybosna’dan dönüşlü seyahatimin benim için “Nasıl olacak?”, “Nasıl yapacağım?”, “Ay yoksa değişiklik yapıp tek yere mi gitsem?” kısmı Belgrad’tan Saraybosna’ya karayolu üzerinden otobüsle yapacağım geçişti. Seyahatim öncesi özellikle başka gezginlerin yazdıklarından aşağı yukarı otobüs saatlerini, firmalarını, buna benzer bilgileri öğrenmeye çalıştım. Gece saatlerinde yolculuk yapmayı düşünüyordum. İnternet üzerinden takip etiğim ya da tesadüfen bulduğum gezginler arasında 22:30 kalkış saatli bir otobüsle seyahatini gerçekleştirmiş olanlar vardı. Ama hala bu saatte var mıydı?  Çünkü bulduğum otobüs firmalarının ya da Belgrad Otobüs Terminalinin internet sitesinde (http://www.bas.rs/basweb_eng/redvoznje.aspx?lng=en …Şurada dursun lazım olur.) ya da Balkan ülkelerinin otobüs seferlerini gösteren https://www.balkanviator.com/en/ sitesinde bu saatte hatta buna yakın bir saatte bir sefer görünmüyordu ya da ben göremiyordum sonuç aynıydı nasıl olsa! Zaten  belirtilen saatlerin bile garantisi yoktu. Eee ben kalacağım yeri, gezi programımı “gece giderim” diye  ayarlamıştım!…Sonra bir an durdum “Ne olur yani benim kafamdakine uymuyorsa bir şeyler? Ne olur önceden saati saniyesi belirli değilse yapacaklarımın? Niye geziyordum ben? Niye mümkün olduğunca yalnız geziyordum üstelik? Bu kadar korkacaksam bir şeylerden…” Bu kısa aydınlanma anından sonra birden bire hayatım değişti!

Şaka şaka o otobüs biletini çantamın en güvenli köşesine koyana kadar bu minik panikleri ve sonrasındaki aydınlanma anlarını bolca yaşadım.

Belgrad Otobüs Terminali hemen Tarihi Belgrad Tren İstasyonun yanında. Küçük sayılır ama oldukça hareketli. Bagaj için akşam saat 22:00′ a kadar açık emaneti var. Bizdeki gibi firmalar ayrı ayrı bilet satmıyor. Bilet gişelerinden istediğiniz yere olan seferleri sorup biletinizi alıyorsunuz. Biletinizin üstünde sefer tarihi, saati, otobüsün kalkacağı peron yazıyor. Benim bilet aldığım görevli hepsini tek tek gösterip açıklama inceliğini de gösterdi. Ayrıca biletle birlikte bir adet jeton veriliyor. Peronlara geçiş turnikelerden bu jetonlarla oluyor. Eğer gişede verilmezse mutlaka hatırlatmak gerekli aksi takdirde ekstra ücret karşılığı almak durumunda kalınabilir.

Biletimi gidiş tarihinden bir gün önce erken saatlerde alıp, terminalin emanetini, tuvaletini, büfesini, peronunu daha aklıma gelen bir sürü ıvır zıvırını kontrol edip rahatlıyorum!

Ertesi gün kaldığım yerden çıkışımı yapıp, erken saatlerde tekrar gelip çantamı emanete bırakıyorum. Akşam 21:30’da çantamı alıp, otobüslerin mola durumunu bilmediğim için su, kraker gibi ihtiyacım olabilecek şeyleri buradaki büfelerden birinden temin ediyorum. Beklemek aynı beklemek olduğundan 22:00 gibi jetonumu kullanarak otobüsümün kalkacağı perona geçiyorum.

blgrd

Hareket saatinden 10-15 dakika önce gelen otobüse binmeden önce çantamı 50 Sırp Dinarı karşılığında bagaja verip (Belgrad’ta ve Saraybosna’da bagaj ücretli) otobüse biniyorum. Bu noktada biletimde yazılı olan bir rakamı daha açıklamalıyım; koltuk numarası! Ama kendi var işlevi yok bu rakamın çünkü Balkan ülkelerinde “geç otur kardeşim” sistemi var. İlk Saraybosna seyahatimde günübirlik Mostar’a gittiğimden bu konuda hazırlıklıyım.  Aslında en ön sıra 3 numaralı koltuk verilmiş bana, ülkemde olsam bayıla bayıla otururdum ama burada pek canım istemiyor. Arka kapı yanı koltuklara atıyorum kendimi. Otobüs korktuğum kadar eski değil. Duyduğum ve gördüğüm kadarıyla “yürüyerek mi gitsem acaba?” kuşkusuna düşebileceğiniz görünüşte otobüsler ülkelere, kentlere sefer yapıyor burada. Benim bindiğim otobüsün en azından koltukları beklediğimden rahat. Ancak sigarayla karışık hoş olmayan bir koku var otobüste. Malum buralarda açık kapalı demeden bütün mekanlarda sigara serbest. Aslında hatırlayacak yaşta olanlar için 1980’ler sonları ve 1990’ların başındaki şehirler arası otobüslerimizi örnek verebilirim.

Otobüs hareket etmeden önce biletlerimiz kontrol ediliyor ve tam saatinde kalkıyoruz. 45 dakika kadar Belgrad’tan çıkış ve otobanda devam ettikten sonra tek şerit karayolunda ilerliyoruz. Loş yollarda karpuz, domates tezgahları bile var. Balkanlarda otobüs yolculuğu yapmak, final sınavları sonrasında İstanbul’dan eve dönmek gibi!

Yolculuğun başlamasından 1,5 saat sonra yolun kenarında lokanta benzeri bir yerin önünde duruyoruz. “Acaba mola mı verdik?” sorusuyla baş başa kalıyorum. Niye durduk? Ne kadar süre buradayız?

Otobüsün yanından ayrılmadan biraz yürüyüp göğe bakıyorum. Uzunca bir zamandır gökyüzünde bu kadar yıldızı görmediğimi fark ediyorum. Varsın ne olur ne olmaz diye tuvalete gitmemiş olayım, çok da ihtiyacım yoktu zaten!

Yaklaşık 30 dakika kadar sürmesiyle bunun bir mola olduğundan emin oluyorum! Ama bu seferlerde düzenli olarak uygulanıyor mu? Yoksa tamamen şoförlerin açlık durumuna göre anlık karar verilmiş bir mola mıydı? Öğrenemiyorum. Bundan sonra yol boyunca yolcu indirip bindirmeleri dışında durmuyoruz. Zaten gündüzden o kadar yorgunum ki yol boyunca uyuyorum ve bu duraksamaları da uyku ile uyanıklık arasında fark ediyorum.

Epeyce bir süre sonra otobüs duruyor. Işıkların yanmasıyla uyanıyorum. Şoförlerden biri arabanın içinde ilerleyip hala uyuyanları uyandırırken ben de şöyle bir dışarı bakıyorum. Sınıra gelmişiz. Çok geçmeden 2 Sırp Sınır Polisi otobüse gelip tek tek yüzümüze bakıp pasaportlarımızı topluyor. Sırbistan ya da Bosna Hersek vatandaşı olduğunu tahmin ettiğim otobüsün çoğunluk yolcularında kimlik kartı var ve bunları teslim ediyorlar. Polisler çıkıyor biraz bekliyoruz. Sanırım 6-7 dakika sonra yolcuları uyandıran şoför güle oynaya pasaport ve kimlik belgelerini sahiplerine dağıtıyor. Hemen pasaportumun sayfalarını kontrol ediyorum. Eee mühür yok! Çıkmadım mı ben Sırbistan’dan?

Tüm bu işlem beklemek de dahil olmak üzere 15 dakika sürdü sürmedi derken. Otobüs hareket ediyor. Hızla bol virajlı bir iniş yaptıktan sonra hoppp Bosna Hersek sınırına geliyoruz! Bu arada saat gece 02:00 civarı. Bu sefer tek polis gelip hızlıca pasaport ve kimlikleri toplayıp çıkıyor, 10 dakikada şoför gelip yine sahiplerine dağıtıyor, ben yine pasaportumu kontrol ediyorum ve bu sefer damga olduğunu görüyorum! Vurup kafayı uyumaya devam ediyorum.

Gözümü açtığımda bir otobüs terminalindeyiz, bir an Saraybosna’ya geldik sanıyorum ama neresi olduğunu bilmediğim bir kasabada olduğumuzu anlıyorum. Fazla oyalanmadan yola tekrar çıkıyoruz. Saat 5’e doğru ilerliyor. Yolculuğun aşağı yukarı 8 saat kadar sürdüğünü öğrenmiş olduğumdan Saraybosna’ya varmamıza az kaldığını düşünüyorum. Hava da aydınlanmaya başlamış, kendimi uyumamak için zorluyorum. Müthiş bir sis eşliğinde keskin virajlı yollarda güzelim koyu yeşil Bosna topraklarını seyrediyorum. Saat 5’i biraz geçerken kentin doğu tarafından giriş yapıyoruz, bir süre uyuyan kenti görerek devam ediyoruz. Çok geçmeden Lukavica Otobüs Terminaline ulaşıyoruz. Mostar otobüslerinin kalktığı tren istasyonu yanındaki Merkez Otobüs Terminali gibi kasvetli gelmiyor burası bana, çevresi ferah. Otobüsten iniyorum taksi durağından bir taksiciye gideceğim yerin adresini gösteriyorum “10 euro” diyor. Beklediğim miktar! Taksiye biniyorum tüm yorgunluğumun üstüne varmış olmanın keyfi ve gevşekliği yayılıyor.

Az yazılı bol fotograflı: Pushkar Deve Panayırı

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Hindistan “365 günün 365 günü festival midir acaba?” diye düşünmeden yapamadığım bir ülke olmuştur her zaman. Tüm dünyanın bildikleri bir yana daha az bilinen ya da bilinmeyen epey bir festivalleri var. Bunlardan “Ölmeden önce görülecekler 100” listelerinde yeri sağlam olan, binlerce devenin arz-ı endam ettiği Pushkar Deve Panayırı’nın  ortasına düştüm. (Tamam tamam kendim tıpış tıpış gittim!)

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

pushkar ne demek yazımda birazcık anlattığım güzel Pushkar Kasabası’nın yakınında Marusthali Çölü’nde,  Rajasthan kültürünün bu parçasına kıyısından köşesinden katıldım. Dünyanın pek çok köşesinde gerçekleşen çeşit çeşit festivallerde, panayırlarda, fuarlarda yer alan pazar alanları, gösteriler, müzik gibi etkinlikler Pushkar Deve Panayırında da mevcuttu. Ancak asıl mevzu beş gün boyunca develerin (az miktarda keçi, koyun, at gibi hayvanlar da var) görücüye çıktığı, hayvan sahiplerinin, çalışanların kamp kurduğu, satış yaptığı, kendine özgü günlük yaşamı olan ve bu panayırı görebilmek için dünyanın farklı yerlerinden gelenlerin tüm dikkatinin merkezi olmasına rağmen akmaya devam eden panayır hayatıydı. Başka bir ülkede olmasının haricinde benim için çok yabancı olan ve tamamen bilgisiz olduğum hayvancılık ve hayvancılıkla hayatını sürdürenlerle ilgili dünyanın en büyük deve panayırında, panayır hayatını görmek, izlemek ilginç bir deneyim ve isabetli bir seçimdi. Hem listeden bir madde eksildi. Her ne kadar daha çokkk işim olsa da…

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

 

Hermitage: Ruslar bitmeyen müze yapmışlar!

Ülkemizin tarihi kişilik bilgi dağarcığında magazin tadında yer alan. Benim ilgi alanıma ise döneminde Kırım Hanlığı’nın ilhak edilmiş olmasıyla giren, müthiş bir zekası olduğu söylenen Çariçe II. Katerina  Berlin’de bir müzayededen 200 civarı (yukarısı olur aşağısı olmaz!) tabloyu birden satın alır. Rivayete göre koleksiyonculuk hevesi de Hermitage Müzesi’nin öyküsü de böyle başlar. St. Petersburg şehrinde, Kışlık Sarayın yanına bir saray daha yaptırılır. Çarice’nin satın almış olduğu tüm eserler buraya yerleştirilir. Kendisinden sonra gelen hanedan üyeleri de koleksiyonun büyümesine katkıda bulunmaya devam eder. 1917 yılında ise Hermitage Devlet Müzesi olur. Bugün 3 milyondan fazla, çoğu sergilenemeyen eserle dünyanın en büyük 5. müzesidir.

St. Petersburg eski şehir merkezinde, vakit geçirmekten inanılmaz keyif aldığım, güzel bir enerjisi olan Saray Meydanı çevresinde yerleşmiş, 18. ve 19. yüzyıllarda yapılmış 5 adet binadan oluşan müzeler kompleksinin en önemli binası, imparatorluk sarayı olan Kış Sarayı. Cephesi iki kilometre uzunluğunda olan saray aynı zamanda  Guiness Rekorlar Kitabı’na göre dünyanın en büyük resim galerisi. Öyle her esere tek tek, hayran hayran bakayım, inceleyeyim derseniz 10 yıl falan sürüyormuş, söyleyenlerin yalancısıyım kendim denemedim!

Pazartesi günleri kapalı olan müzeye bir çarşamba günü gidiyorum. Saat 10:30 da açılacak müze için saat 9 gibi Saray Meydanın’da oluyorum. Sıra olacağını bilmeme rağmen internet sitesinden bilet almadığım için anında pişman oluyorum, erkenden meydanda olduğumu düşünsem de benim ardımdan bile hızla uzayan kuyrukta epey bir gerilerdeyim. Kış Sarayının girişinde öyle böyle beklerken açılış saati geliyor. Birden bir hareketlilik oluyor. Sıra çok hızlı ilerliyor, ne olduğunu anlamadan saray girişine,  gişe kulübelerinin bulunduğu kapalı alana varıyorum ve o anda hafif bir şokla beraber reflekslerim çalışıyor bahçeye doğru koşmaya başlıyorum. Çünkü herkes koşuyor! Bir yandan beynim ne olduğunu algılamaya çalışıyor. Bahçe boyunca koşup, çoğunluğu takip ederek sola dönüyorum ve ta taa, 3’e bölünmüş belirli bir düzeni olup olmadığını kestiremediğim kalabalık ve karışık görünen yeni bir kuyruğa giriyorum. Dışarıda beklediğim kuyrukta arkalarda olan pek çok insanın önlerde olduğunu görüyorum. Şaka mı bu? Müzeye geldim derken mağaza indirimine mi geldim? Sinir sinir sinir….!

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Öncelikli olarak internet sitesi üzerinden bilet alanları ve tur firmalarının gruplarını 10-15 kişilik gruplar halinde içeri alıyorlar. Bu durum bekleme süresini arttırıyor. Kendime ayrı kızıyorum, doğru dürüst yönlendirme yapılmamasına ayrı kızıyorum.

Nihayet içeri girebildiğimde diğerlerine kıyasla mini bir kuyrukta daha bekleyip biletimi ve yanında verilen müze planını alıyorum. Güvenliği de geçiyorum. Nihayet yahu! Yılda 2,5 milyon belki daha fazla ziyaretçi diye okumuştum bir yerlerde, 25 milyon deseler inanırım! Neyse sinirim geçiyor, ayakta dikilmek yüzünden şimdiden ağrıyan tabanlarımı da umursamıyorum. Hermitage denilen bu yapı, müze kelimesinin anlamını, ününün karşılığını veren gerçek ve katıksız ihtişamda bir müze. Geçmişte sanat bilgimi geliştirmediğime hayıflanıyorum.

Pek çok salonda, hatta eserlerin başında,  yaşlarının oldukça yüksek olduğunu söyleyebileceğim kadın görevliler var. Kurallara uymazsanız, mesela fotograf çekiminin yasak olduğu bir salonda fotograf çekerken yakalanırsanız, ya da büyük toplantı salonunun sütunlarından birini “gerçek altın mı acaba?” diye ellemeye kalkarsanız anında “höt zöt!” şeklinde uyarıyı yapıştırıyorlar. Hatta bakışları ile sizi bir köşede “gık” bile çıkaramadan duracak hale çevirebilecekler bile var aralarında benden söylemesi!

Koca müze gez gez bitiremiyorum haliyle. İtalyan Salonundaki eserlerin kırmızı duvarlarla bütünleşmiş halini seviyorum. Kışlık Saray’ın beyaz ve altın karışımı duvarları, tanrı ve tanrıça resimleriyle süslenmiş tavanlarının ihtişamından biraz başım dönüyor. Rembrandt, Brueghel, Van Gogh, Michelangelo…Rönesans, Klasik, Neo Klasik, Empresyonist, Realist, resimi, ikonası, heykeli büstü…dünya sanat tarihinden bolca önemli örneğin burada olduğundan iyice emin oluyorum. Belirli bir düzende gezmeye çalışmak bir süre sonra vakit kaybı gibi geliyor, zaten bir kaç kere kaybolup hedeflediğim salonlara varamayınca bırakıyorum ayaklarım istediği yöne yürüsün. Görmek istediğim eserlerin çoğunun önünde sıra beklemek zorunda kalıyorum. Da Vinci’nin Küçük Madonna resmininin önüdeki sırada, önüme geçmeye çalışan, benden büyük bir turist hanımefendiyle kibarca itişiyorum bile! Çok acayip! Hiç aklıma gelmezdi!

Fakat müzenin görebildiğim kadarıyla en sevdiğim bölümleri Hindistan’a ve Uzakdoğu Kültürleri’ne ait eserlerin sergilendiği salonlar oluyor. Benim gönlüme göre en güzel sanat eserleri hep Doğu’dan çıkıyor!

Unutmadan Çariçe  II. Katerina’nın o meşhur tombul portresini de yakından inceleme fırsatını buluyorum!

St. Petersburg’un tamamını bir günde gezmiş kadar yorgunum. Dünyanın en önemli müzelerinden birini ucundan da olsa görmenin yarattığı sırıtış yüzüme yapışmış bir şekilde Saray Meydanı’na çıkıyorum. Ama içimde  “Bir süre müze görmek, gezmek istemiyorum!” diyen sesi de bir süre susturamıyorum!

Prag Anıları 2…Özledim…

20140721_111958

Nehrin bana göre karşısı haritacılık esaslarına göre batısı. Charles Köprüsünü ağır ağır keyfini çıkara çıkara yürüyüp geçtikten sonra bu uçtaki kulenin öbür tarafından sonrası. Prag Kalesine kadar Mala Strana (Küçük Mahalle-Küçük Kent).

Bölge turistik olmakla beraber Stare Mestro kadar değil. Belki hala yerleşim yeri özelliğine devam etmesi, ülke elçiliklerinin yer alması, günlük hayatın turizmden bağımsız olarak da sürmesindendir. Ama kesinlikle farklı bir ruh ve karakterde olduğunu düşünüyorum. Bu tarafta gezmenin vakit geçirmenin de ayrı bir tadı var fikrimce.

Charles Köprüsünden geçip biraz yürüdükten sonra ulaştığım veya 22 numaralı tramvaydan birkaç durak erken inerek tramvay hattının bulunduğu caddeden kah ara sokaklara girip kah tramvay hattı boyunca yürüyerek ulaştığım veya 22 numaralı  tramvaydan inip ayağımı hemen bastığım (Evet bütün bu yöntemlerle ulaştım, ekstradan tramvayla da bir iki kere buradan geçtim!) Malostranska Meydanında Aziz Niklaus Kilisesi tarafında  tam tramvay durağının karşısındaki binada bir kahve zinciri yer alıyor. İçeride meydan tarafındaki boydan boya pencerelerin önündeki masaların yumuşak minderli sedir yapmışlar. Sandaletleri çıkarıp meydana doğru oturuyorum biraz atıştırmalık ve kocaman boy kahve ile hem dışarıdan kopmuyorum hem de dinleniyorum daha ne olsun?

Kahvecinin hizasında biraz ileride camekan çerçeveleri şeker gibi koyu mavi renkli küçük bir kitapçı fark ediyorum. İçeride sadece fotograf kitapları var ve çoğunlukla Çek fotografçıların kitapları. Burada da epey vakit geçiriyorum.

Meydanın en önemli ve en belirgin yapısı Aziz Nikolas Kilisesi. Yapımı 18. yüzyıl olan kilise içindeki freskler, heykeller muazzam.  Barok tarzının en güzellerinden olabilir. Bir dönem Mozart burada org çalmış.

Prag’ın ilgi çeken öğelerinin başında dünyanın en önemli ve en kendine has yazarlarından biri olan Franz Kafka geliyor doğal olarak. Mala Strana’ya Karl Köprüsüden gelindiğinde sağ taraftan devam edildiğinde Kafka Müzesi’ne ulaşılıyor. Biletimi alıp içeri giriyorum. Alıştığım tarzda ünlü insan müzesi müzesi değil burası. Kafka’ya adanmış bir müzeden de sıradanlık beklemek anlamsız belki. Kafka’nın günlükleri, mektupları, el yazmaları, sıhhati ile ilgili doktor raporları ve birkaç fotoğraftan ibaret içerikli bu müze siyah duvarları, labirent düzenlemesi, atmosferi ile Kafka ruhuna yakışır sıra dışı bir müze. Kafamda Prag’ın yarattığı kavak yeliyle bu müzenin hakkını veremediğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Bakmak isterseniz işte linki; http://www.kafkamuseum.cz/ShowPage.aspx?tabindex=1&tabid=4

20140721_145218

Kaleleri ve kaleli kentleri çok severim. Dünyanın en eski kalesi kabul edilen kalesi için bile Prag’a gitmeye değer düşüncesindeyim. Prag’a hakim bir tepede 9. yüzyılda yapılan Prag Kalesi, tarihi boyunca yönetim merkezi olmuş, günümüzde gün içinde belki binleri bulan turistler eşliğinde Cumhurbaşkanlığı Ofisi olarak kullanılıyor.

Kale yerleşiminde, muhteşem bir yapı olan Aziz Vitus Katedrali, Eski Kraliyet Sarayı, rengarenk mini evlerin yer aldığı bir sokak olan Altın Yol, 16. yüzyılda kaleyi canlandırmak için yapılan bahçeler, 921 yılında yapılan Aziz George Bazilikası ve  içinde bir işkence odasının da bulunduğu Beyaz Kule gezilecek önemli yerler. Gotik mimarinin açık ara başyapıtlarından Aziz Vitus Katedrali ve Kafka’nın kaldığı 22 numaralı evin bulunduğu Altın Yol kesin tavsiyemdir! Yine 9. yüzyılda yapılan Eski Kraliyet Sarayı kalenin en önemli yapılarından ve günümüzde başbakanların göreve başlama ve resmi ziyaretlerin açılış yeri olarak kullanılmaktaymış. Bina içi çok hoş.

Prag Kalesi özel vakit ayrılması gereken ve kesinlikle “hadi gördük gidelim” denilmemesi gereken bir yer fikrimce. Eğer taşıtla çıkıldıysa yürüyerek aşağı inilmeli mutlaka ki ben öyle yaptım. Eğer kondisyon sağlamsa yürüyerek çıkılıp yürüyerek inilebilir. Prag Manzarasının keyfi çıkarılabilir, Kraliyet Saray Muhafızlarının nöbet değişim töreni seyredilebilir ya da benim yaptığım gibi hem tören hem de töreni seyreden ziyaretçiler seyredilebilir.

Petrin Tepesi’ne ilk gelişim yine 22 numaralı tramvayla oluyor. Strahov Manastırını geziyorum. 1140 yılında Petrin Tepesi’nde kurulan manastırda asıl ilgimi çeken bölüm Strahov Kütüphanesi. Manastır’ın diğer bölümlerini şöyle bir gezip çıkıyorum. Loreta Kilisesine dışarıdan bakıyorum. Kilisenin, manastırın, müzenin bol olduğu bir yerde bir süre sonra bünye “yeter!” diyebiliyor.

Petrin Tepesi’nin en dikkat çeken yapısı, 1891 yılında Eyfel Kulesi örnek alınarak yapılan Petrin Gözlem Kulesi, Petrin Parkında yer alan kule 60 metre kadar. Buraya ulaşmak için en uygun araç olan, Mala Stranada Ujezd Sokağında yer alan Funiküler’i kullanıyorum. Funiküler’e ulaşmadan önce sokağa paralel park alanına girişte merdivenlere yerleştirilmiş 7 adet bronz heykel var.  Bunlar 1948-1989 arasındaki komünist dönemin kurbanları anısına yapılmış heykeller. Arkaya doğru gittikçe kaybolan bu insan figürleri, komünist baskıyı anlatmaktaymış. Heykellere doğru bakarken sağ tarafta kalan yola devam edip yönlendirici tabelaları da takip ederek  Ujezd Funikuler istasyonuna ulaşıyorum. Kalabalık bir ziyaretçi topluluğu ile beraber sıra bekliyorum. Sanırım üçüncü seferde sıra bana geliyor.

Kuleye asansörle çıkıyorum. Gece yağan sağanak yağmurdan sonra şehrin bütün tozu toprağı gitmiş. (Prag gerçekten tozlu bir şehir. Ama o kadar heykele, bina detayına nasıl yetişebilir ki bir belediye? Mümkün değil!)

Enfes bir manzara. Gözlere şenlik. Eğer manzaraya karşı kulenin spiral merdivenlerinden inme gafletinde bulunmasaydım kusursuz bir ziyaret olacaktı ama neyse artık, bir daha yapmam!

Parkta dolaşıyorum. Çimlere basmak yasak değil. Hatta uzanıp kestirebilirsiniz daha da ilginç olanı kitap okuyabilirsiniz. Tabak gibi açmış gülleri koklayabilir aynı bankta saatlerce oturabilirsiniz. Yasak yok ama zarar veren de yok.

Gezilecek gözlemevi, kilise, şapel gibi binalar var daha ama ben sadece Aynalar Labirenti’ni gezmeyi tercih ediyorum. Buradaki aynaların yarattığı görüntülerle epey bir eğleniyorum. Seviyorum Aynalar Labirentini!

Kafamda Prag’la ilgili ne kadar çok görüntü, anı varmış. Hepsi üşüşüyor kafama yazdıkça. Zorla nokta koymaya çalışırken Şebnem Ferah söylüyor haykırarak: “Ben sana hala aşığımmmm!”…

OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Prag Anıları Bölüm I ya da “Ah kalbim ben senden çok çektim!”

Kulenin dairesel seyir balkonunda yavaş yavaş yürüyerek, pencerelerden bakıyorum. O ana kadar bir çoğunu yakından gördüğüm binalar, birazını arşınladığım, birazında kaybolduğum sokaklar aşağıda. Tatlı bir ışık aydınlatıyor çatıları, kubbeleri. Dün yağan yağmurdan sonra kentin tozu alınmış, pırıl pırıl parlıyor. Gökyüzünde kararsız bir bulut oradan oraya hareket edip bir orayı bir burayı gölgeliyor. Kulenin açık pencerelerinden gelen rüzgar yanaklarımı serinletiyor. Yaz mevsiminin ortası ve ben bu kente fena halde aşık oldum.

Prag…

Kenti anlatmaya nereden başlayacağımı şu anda bile bilemiyorum. Yazdıkça aklıma gelenleri paylaşmak biraz daha kolay sanki!

Mesela, 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başının önemli ressamlarından Çek Alphonse Mucha’ya adanan Mucha Müzesi;

Mucha, çok hoşuma giden resimleri olmakla beraber hakkında pek bir şey bilmediğim bir ressamdı. Mesela Çek olduğunu ve Prag’da adına bir müze olduğunu gitmeden önce araştırma yaparken öğrendim. Ressam Art Nouveau (yeni sanat) akımının en önemli temsilcilerindenmiş. Müze kent merkezinde bir sokakta. Küçük sevimli bir müze. İçeride fotograf çekimi yapılamıyor. Giriş holünün yan kısmında hatıra ve hediyelik eşyalar satılan küçük bir dükkan var.

Stare Mesto yani Eski Kent Bölgesi Prag’ın en önemli yapılarının bulunduğu, kentin karakterini yansıtan bölge. Vakit geçirmeye doyamadığım Eski Kent Meydanı burada, gotik, Rönesans, barok, neoklasik birçok eserin bulunduğu bu meydan gözlere mimari güzellik banyosu yaptırırken hiç bitmeyen hareketliliğiyle enerjisini size de geçiriyor. Meydana çıkan sokaklarda bulunan ve meydanı çevreleyen her bina ayrı bir güzel aslında ama en önemli bir kaç tanesinden olan gotik Tyn Kilisesi, şehirdeki en gösterişli yapılardan, içi de dışı da görülmeye değer.

1

Astronomik Saat, Eski Belediye Sarayı, Barok üslüplu Taş Çanlı Ev, basit bir kilise olarak inşa edilip sonradan önem kazanan Tyn Önündeki Meryem Ana Kilisesi, Aziz Niklaus Kilisesi, Kinsky Sarayı gibi gez gez bitmeyecek pek çok bina burada ve ne yalan söyleyeyim tüm binalara girip çıkmak pek bana göre değil. Onun yerine kahvemi alıp önce meydanın çevresini çepeçevre dolaşıyorum, Tyn Kilisesinin bulunduğu taraftaki kitapçıyı gezdikten sonra meydanın bir köşesinde oturup bir süre seyrediyorum.

Meydanın ortasında yer alan, kilisenin köklü değişiklikler geçirmesini savunduğu için 1415 yılında bu meydanda kazıkta yakılan Çek kahramanı Jan Hus adına yapılmış Jan Hus Anıtı (Pomnik Jana Husa) en sevdiklerim arasına hiç düşünmeden giriyor. Anıtın alt kısmında “Gerçek er ya da geç ortaya çıkacaktır.” yazıyor.

Prag sokaklarında dolaşıyorum bol bol, ayaklarıma kara sular indiğinde gözüme kestirdiğim bir kafede ya da hoşuma giden bir merdiven basamağında oturup dinlenirken sokağın seslerini dinliyor, muhtemelen bir daha hiç görmeyeceğim insanları seyrediyorum. Yürürken genelde hangi yöne bakacağıma karar veremiyorum. Üst katlarında bile ayrı bir sanat eseri bulunan binalara mı, yolun bir köşesinde yer alan neredeyse biblo büyüklüğündeki bir heykele mi, çeşit çeşit dükkanlara mı, sokak gösterilerine mi? Şaşkın kalıyorum…

Yağmur yağarken Vltava Nehri boyunca yürüyorum. Karşı kıyı, martılar, Karl Köprüsü…Kentin turistik olan merkez kısmına göre daha sakin, daha Prag’lı belki ben de birazcık Praglıyım burada!

Şair memleketten uzak, 

Hasretten delik deşik 
Eski kentte duruyordu. 
Meydanlıkta yapayalnız 
Gotik duvar üstünde 
Hanuş Usta’nın saati 
On ikiyi vuruyordu.

 Nazım Hikmet

Betlemska ile Smetanovo Caddeleri’nin kesiştiği köşede Vltava Nehri’ne bakan Slavia Kafe’de büyük bir şairin memleket özlemini düşünmenin hüznü ile bir süre kalıyorum.
20140722_140002

Sağanak yağmurun altında görüyorum Danseden Evi. O eski ve zarif binaların arasında süzülerek duruyor onlara zarar vermeden kendini sergileyebiliyor. Ne tuhaf, “Hava açınca tekrar gelip doğru dürüst fotografını çekeyim.” diye düşünmüşken bir daha yolum düşmüyor buraya.

20140721_175841

Elbette Karlův Most yani Charles Köprüsü. Şehrin en ünlü köprüsü belki de dünyanın en ünlü en güzel köprülerindendir. Bence olmalı!

Köprü IV. Karl tarafından yaptırılmış. Prag Kalesi ve Mala Strana ile Stare Mesto’yu birbirine bağlamakta. Mimari Güzelliği dışında üzerinde bulunan 30 kadar heykelle de dikkat çekiyor. Sadece yaya trafiğine açık olan köprü, hediyelik eşya satıcıları, ressamlar, sokak çalgıcıları ve turistlerle günün her saati kalabalık. Köprünün Eski Kent tarafından girişinde bulunan Eski Şehir Köprü Kulesini de ufak bir ücret karşılığında geziyorum. Prag’da olduğum müddetçe köprüden her geçişimi kendime kar sayıyorum.

Stare Mesto’dan içerilere doğru devam edildiğinde, mağazaların, markaların yer aldığı geniş caddeden geçiliyor, üzgünüm adını hatırlamıyorum.  Bu cadde boyunca devam da edebilirsiniz caddeye dik inen Wenceslas Meydanı ya da bilinen diğer adı ile Vaclav Meydanına da geçebilirsniz. 1968’de Varşova Paktı’nın Çekoslovakya’yı İşgalini ve bu müdahalenin yol açtığı “normalleştirme” siyasetini protesto etmek için, 16 Ocak 1969’da öğrenci Jan Palach’in kendini yaktığı ve 1989 yılında, Kadife Devrimin başlamasına, komünizmin yıkılmasına neden olan, polis şiddetine tepki olarak çıkan olayların gerçekleştiği, Çek tarihinin birçok önemli olayına şahitlik eden bu meydan büyük bir alana sahip.

(Fotograflar, Çek Fotografçı Josef Koudelka’nın işgal sırasında çektiği fotograflardandır. Fotograflar o tarihlerde  ülke dışına gizlice çıkarılıp fotografçının ismi kullanılmadan yayınlanmış. Diğer fotografları için   www.magnumphotos.com/C.aspx?VP3=SearchResult&ALID=2K7O3RHXD417 )

Kurulduğu dönemde at pazarı olarak kullanılan Wenceslas Meydanı günümüzde otel, restoran, kafe ve kulüplere mekan olmuş. Meydanın yukarıda kalan girişinde Aziz Vaclavlı at heykeli var. Bu ünlü heykelin yanındaki anıt ise eski rejimin kurbanları için yapılmış. Heykelin arkasında tüm meydana hakim konumda olan bina ise Prag Ulusal Müzesi. Fakat gittiğim dönemde tadilatta. Gezemiyorum.

Vltava’nın sol kısmında Josefov ya da Eski Yahudi Mahallesi yerleşim yeri bulunuyor.  13. yüzyılda ilk Yahudi yerleşim yerlerinin oluşturulduğu düşünülmekteymiş. Prag gezilecek yerler listesinde üst sıralarda yer alan Josefov, Yahudilerin 500 yıl boyunca etrafı duvarlarla çevrili şekilde yaşadıkları alanmış. Josefov’un bir kısmı 19. yüzyılın sonunda Parizska gibi caddelere yer açmak için yıkılmış. Eski Yahudi Mezarlığı, Eski Yahudi Mezarlığı’nın yanında bulunan Eski – Yeni Sinagog, Bohemyalı Azize Agnes Manastırı, 16. yüzyıldan kalma Yahudi Belediye Sarayı,  Yüksek Sinagog,  Maisel,  Klausen Sinagogu, Pinkas Sinagogu ve İspanyol Sinagogu bu bölgede gezilebilecek yerler.

Eski Yahudi Mezarlığı, Avrupa’daki en eski Yahudi mezarlığı olarak biliniyor. 1439 – 1787 arasında kullanılan mezarlıkta 100.000’den fazla Yahudi’nin mezarının bulunduğu tahmin ediliyor.

Bu bölüme eklemeden ve şiddetle tavsiye etmeden geçemeyeceğim bir şey daha var. 22 numaralı tramvay! Eski Kent Bölgesini ve nehrin karşı yakasını Prag Kalesi de dahil tek seferde gezebileceğiniz mükemmel bir toplu taşıma hattı.

Aslında yazdıkça ufak tefek pek çok ayrıntıyla beraber aklıma pek çok şey geliyor ama “Biraz da bana kalsın!” diyerek nehrin öbür yakasına geçelim…

Devam edecek…

Quando ci vedremo Bologna? *

Yeni yılın ilk günlerinden beri, aklıma İtalya’nın “Kızıl Kenti” Bologna düştü. “Aklıma düşen yazıya da düşsün.” dedim ve aklıma gelenleri notlar halinde yazmaya karar verdim.

Bologna gidip görmenin aklımın ucundan geçmediği bir kentten, “Kampanyalı bilet varken bir yere gitmemek günah olur!” şeklindeki yola çıkışım sonucunda, tekrar gitmek istediğim, arada bir özlemi burnumun ucunu sızlatan kente dönüştü. Galiba İtalyan kentlerine zaafım azalacağına artıyor!

2014′ ün son ayının ortalarında, Aralık ayına yakışır gri gökyüzünün altında ama tamamen alakasız ılık havada bir elimde tekerlekli kabin boyutu valizim, bir elimde harita uygulaması açık cep telefonumla, Bologna Central tren istasyonunda kalacağım yeri bulmayla başlayan Bologna keşfim daha ilk saatte, başka bir yabancıya tren istasyonunu tarif etmemle kentten gelip geçen bir yolcu olamayacağımı işaret ediyor sanki.

Bu rengi kadar sıcak İtalyan kentinde bir kaç günü o sokak senin bu sokak benim fıldır fıldır dolaşarak, “ee biraz da karşı porticodan yürüyeyim” diyerek, makarna, pizzanın peşine düşüp karbonhidrat birikimimi gelecek günlere sağlam bir şekilde hazırlayarak geçiriyorum. Kafamda bir gezi planı yok, mutlaka görmeli, yapmadan dönme listem de yok. Bologna’ya gelişim de böyle bir plan ya da arzu nedeni ile olmadığı için komik bir şekilde özgür hissediyorum, sanki buradan hiç ayrılmayacakmışım gibi…

Bologna Avrupa’da en iyi korunmuş ortaçağ şehirlerinden biri olarak biliniyor. Avrupa’daki en eski üniversite burada yer alıyor, hem de Dante, Erasmus ve Kopernik gibi mezunları olan bir üniversite.

Kentin en turistik mekanı Piazzo Maggiore (Maggiore Meydanı). Meydanın etrafında Palazzo Re Enzo, Palazzo del Podesta, Palazzo dei Banchi gibi yapılar yer almış, ünlü Neptün Çeşmesini merkezine alan Piazzo Neptüne ile yan yana. Tipik bir Ortaçağ Meydanı.

Yine bu meydanda dünyanın en büyük kiliselerinden olan San Petronio Bazilikası bulunuyor ve maalesef yapının büyük bir kısmının restorasyonda olduğunu görüyorum. İlk önce bazilika içerisinde de restorasyon olduğunu sanıp üzülüyorum çünkü burada bulunan bir duvar resmini merak ediyorum. Neyse içeride bir tadilat yok.

20160119_012157

Söz konusu duvar resmi 15. yüzyılda Giovanni da Modena tarafından yapılmış. Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’ (Divina Commedia) sının Cehennem (inferno) bölümü Hz. Muhammed’in de içinde olduğu şekilde tasvir edilmiş. Bu sebeple geçmiş yıllarda bazilikaya saldırılar olmuş. Giriş ücretli ve fotograf çekmek yasak.

Bologna’nın bir başka sembolü olan Due Torri Asinelli’s kuleleri. Bunlardan uzun olanı ve hatta ülkenin 4. yüksek kulesi olduğu söyleneni Asinelli’ye,  sanırım kentteki ikinci günümde, çıkmaya karar veriyorum. 498 basamak olduğu rivayet edilen ancak benim için sonsuza kadar 44498 basamak olarak kalacak olan bu kuleye tırmanıyorum. Kendime gelene kadar dönüp manzaraya bakamıyorum, ancak en nihayet baktığımda kendimi tebrik ediyorum. Kapalı ve puslu havaya rağmen kırmızılı turunculu sarılı bu eski kente bakmak tüm yorgunluğumu alıyor. Gerçi akşam otelde bacaklarımın ağrısından mızırdanırken bu an aklıma gelmiyor!

12.yy-13 yy’lar arasında şehrin en zengin ailelerinin prestijlerini sergilemek için  yaptırdığı rivayet olan ve savaş zamanında şehri gözlemek ve savunmak için kullanılan 200 kuleden bugüne eğik de olsa ulaşabilmiş Asinelli’s kuleleri.  Şimdi düşünüyorum da iyi ki o kadar basamağın gözümü korkutmasına izin vermemişim.

Aslında Bologna denilince meydanlardan ve kulelerden önce, kent mimarisi ya da kent imajı olarak akla gelen ilk şey, arkadlar ya da revaklar ya da burada daha çok kullanılan tanımıyla porticolar. Sırtı bağlı bulunduğu binaya dayalı, ön cephesi açık, üstü örtülü ve örtüsü sütunlarla, vb. yapı elamanlarıyla taşınan mekanlar olarak şöyle bir açıklayabileceğim bu yapılar yaklaşık 38 km boyunca devam ediyor eski kentte ve UNESCO Dünya Mirası Koruma Listesinde. Kolay değil Orta Çağ’dan günümüze kadar ayakta kalmış. Kiminin kemerleri fresklerle süslü, kimi oymalı işli…

Hal böyleyken kentin en uzun porticosunda da yürümek kaçınılmaz. Güneşli bir sabaha denk gelmiş olma şansıyla beraber 3,5 kilometrelik San Luca Portiticosu’nu tırmanarak aynı isimli kiliseye ulaşıyorum. Ulaşıyorum derken bu yürüyüş o kadar kolay değildi söylemek zorundayım. Otelden çıktıktan sonra eski kentin dışına yürüyüp bulup bulacağım en uzun güzergahtan portikonun başlangıcına varıyorum ve zaten 3,5 kilometrenin başlangıcından itibaren sonuna kadar hep bayır yukarı yürüyorum. Yol boyunca gayet seri bir şekilde yürüyen yaşlı başlı hanımlardan beylerden, koşuculara, pek çok insan beni sollayıp geçiyor! Bu kadar yorgunluğa değiyor mu? Kesinlikle. Kilise öyle çok çok özel bir bina değil. Manzara için “ben ne manzaralar gördüm pehh” denilebilir. Ama yürüyüşün kendisi  bile tek başına yeterli geliyor. Dükkanını açan, işine giden, köpeğini gezdiren, yürüyüş yapan, tarihle yoğurulmuş kentte kendi kişisel tarihlerini yaşayarak yazan, benim gibi bizler gibi insanlarla beraber, kah ışığın vurduğu, kah gölgelerin düştüğü uzun ve güzel bir yolculuğu yaşıyorum…
Yokuş aşağı kolaylıkla tamamladığım geri dönüşü kent merkezine kadar yaya olarak devam ettiremeyeceğimi anladığımda ilk duraktan merkeze giden bir otobüse atlıyorum. Okulların dağılma saati sanırım. Ergenlik yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim bir sürü öğrenciyle beraber tek kelime anlamadığım gürültülü konuşmalar, gülüşmeler kıkırdaşmalar eşliğinde aslında insanların temelde aynı olduğunu düşünüyorum. Kendi ülkemde ve başka ülkelerde gördüğüm çocuklar, gençler başka başka görünse, başka başka yaşasa da gözlerinde hep aynı pırıltı, seslerinde hep aynı cıvıltı var. Piazzo Maggiore’ye yakın bir durakta iniyorum.
Piazzo Maggiore’de Neptün Çeşmesini arkama alıp San Petronio Bazilikası’nın bana göre sağına doğru yürüdüğümde Pescherie Vecchie sokağı çevresi olan Ouadrilatero denilen bir bölgeye ulaşıyorum. Buradaki  daracık sokaklarda sokak pazarı var. Balıkçılar, peynirciler, manavlar, şarküteriler…geç saate kadar açık, gezmesi gündüz ayrı akşam ayrı keyifli, bir şey almasanız da olur ambiyansı yeter!
OLYMPUS DIGITAL CAMERA

Aslında Bologna sevilesi pek çok özelliğe ve alternatife sahip. Dolayısıyla kente biraz ısınmış, biraz bağ kurabilmiş olmam bile sevmem için yeterliydi. İlk günden itibaren de sevdim zaten. Ancak Via Ugo Bassi’ye cepheli porticodaki gazete büfesinin yanındaki tezgahtan aldığım sıcacık kestaneleri atıştırken, Piazzo Neptüne yönüne, akşam ve hafta sonu etkisiyle kalabalıklaşan cadde boyunca, uzaktan gelen müzik sesine doğru yürürken tek bir kestanenin damağımda bıraktığı lezzeti hayatım boyunca unutmayacağım. Sanki tüm bu seyahat, bu güzel kent, yorgunluğuyla, keyfiyle, merakıyla, sevinciyle, şaşkınlığıyla o andaydı. Bologna unutulmazdı…

*Ne zaman görüşeceğiz Bologna?